Türkiye’de arabuluculuk
Türkiye’de arabulucuk sonuç doğurur mu? Arabuluculuk düzenlemesi yerinde midir? Bu soruların cevabı tam olarak evet veya hayır değildir. Ancak, kişisel kanaatime göre Türkiye’nin eğitim ve kültür düzeyi ile iş hayatına genel anlamda baktığımda, olumlu düşünmediğimi belirtmek durumundayım.
Mevzuat düzenlemesinin ve buradaki amacın gerçekten iyi niyetli olduğu konusunda hiç tereddütüm yok. Bu anlamda önceki Barolar Birliği başkanı Vedat Ahsen Coşar’ın Konya Ticaret Odası’nın düzenlediği kongrede yaptığı konuşmanın başında şunları söylediğini okuyoruz: “Hukukla ilgili iki olumsuz deneyimim oldu. Birincisinde bir davayı kayıp ettim, ikincisinde kazandım. Biz atalarımızdan bilgeliği/hikmeti hiç öğrenemeyecek miyiz?” Bu sözler Victor Hugo’ya ait. Sanırım bu maksimiyle Victor Hugo, ihtilaflarımızı neden kazanma veya kaybetme paradigması üzerine, husumet üzerine kurulu olan dava yoluyla, mahkeme yoluyla çözüyoruz, ihtilaflarımızı uzlaşma yoluyla, kazan/kazan anlayışına göre çözecek kadar bilgeliği atalarımızdan öğrenmedik mi diye bizlere sitem ediyor.”
İşte yukarıda paragraf arabulucuğu, geri planda erdemi anlatılıyor. Bu anlatıya mutlak katılırım. Ama, az aşağıda somut bir durumu ortaya koyarak, Türkiye’de arabuluculuk müessesesinin kesinlikle olumlu sonuçlar doğurmayacağını da açıklayacağım.
Alternatif uyuşmazlık çözüm aracı olarak kullanılan tahkim, arabulucu, uzlaştırıcı kurumlarının getirilmesi sonrasında, kimi davalarda uzlaştırma yolu zorunlu hale gelirken, yine bazı davalarda da arabulucuya başvurmak dava şartı haline de getirildi.
Az yukarıdaki alıntıda anlatıldığı gibi, çekişmenin sulh yolu ile çözülmesi, bir anlamda iki tarafında kazanması anlamına gelmektedir. Fakat, bu durum, toplumsal kültür düzeyi ile eğitim ve empati noksanlığı bu alternatif çözüm yollarının netice doğurmadığı gibi, dava şartı ve zorunlu olması nedeniyle de ilave zaman kaybı, ilave masraf doğurduğu ortadadır.
Bu cümlelerimden sonra; “şu kadar çekişme arabulucu vasıtasıyla çözüme kavuştu” denebilir. Bir arabuluculuk seminerinde, bir hususta konu hakkında açıklamalarda bulunan “arabulucu” kendi yaptığı çok sayıda arabuluculuktan söz ederek, müessesenin başarısını anlatmaktaydı. Kendisine şu soruyu yönelttim: “arabuluculuk faaliyetinizde hep işveren adına mı faaliyeti başlatmıştınız?” Aldığım cevap “evet” idi. Ben zaten konuyu fark etmiştim.
Şimdi sadece tek bir somut örnek üzerinden devam edelim: T.C. YARGITAY 7. HUKUK DAİRESİ, ESAS NO:2014/15057, KARAR NO:2014/19544 sayılı kararlarına bir göz atalım. Bu karardan kısa bir bölümü buraya alacağız: “…Somut olayda, davacı iş akdinin davalı tarafından haklı neden olmadan feshedildiği ve ücretlerinin ödenmediği gerekçesiyle kıdem ve ihbar tazminatıyla işçilik alacaklarının talep etmiştir. Dosyada rapor düzenleyen bilirkişi, dosyaya sunulan ve imzası davacı tarafından inkar edilmeyen 15.1.2013 tarihli ve davalı ……..Tic. Anonim Şirketine hitaben yazılı dilekçeye dayanarak, iş akdini ücretlerinin ödenmiyor olmasından dolayı 15.01.2013 tarihinde davacının haklı nedenle fesih ettiğini ve kıdem tazminatına hak kazansa da ihbar tazminatı talep edemeyeceğini rapor etmiş, Mahkeme de bu rapora itibarla ihbar tazminatı talebini reddetmiştir. Ancak verilen karar hatalıdır.
Dosyaya sunulan davacının fesih beyanını içerir dilekçenin birebir benzerlerinin sunulduğu emsal dosyalarda, davacı tarafından 15/01/2013 tarihli istifa dilekçesi verilmiş ise de; istifa dilekçesinin işçinin gerçek iradesini yansıtmadığı, ücret alacaklarının ödeneceğinin işveren tarafından söylenmesi üzerine istifa dilekçesinin işçi tarafından yazıldığı, Ç.yla davalı O. Ltd. Şti arasındaki sözleşmenin 15/01/2013 tarihinde sona erdiği davacı ve davalı tanık beyanları Ç. A.Ş.’nin yazı cevabı nazara alındığında davalılar arasındaki sözleşmenin sona erdiği tarihte işçinin istifa etmede hukuki yararının olmadığı, işten toplu olarak çıkarılan işçilerin aynı istifa dilekçesini kendi el yazılarıyla yazdıkları mahkememize açılan seri dosyalardan anlaşıldığı ve işçilerin iş akdinin işveren tarafından haksız ve bildirimsiz olarak feshedildiği gerekçesiyle kıdem ve ihbar tazminatı talepleri kabul edilmiş, verilen bu kararlar ve fesih gerekçesi Dairemizce de onanarak kesinleşmiştir. Bu durum karşısında, davacının iş akdinin davalı ……… Tic. A.Ş. tarafından haklı neden olmadan feshedildiği anlaşıldığından, davacının ihbar tazminatı talebinin de kabulü gerekirken reddi hatalı olup bozma nedenidir….” (Bu kararın tamamını okumak için tıklayınız).
Bu karar Yargı süreci ile ortaya çıkmıştır. Dikkat edilirse, işveren, işçiye “haklı nedenle ve şartlı olarak istifa dilekçesi yaz, haklarını ödeyeceğiz” diyor. İşçi de istifa ediyor. Elbette yargılama ve yargı yolu aşamasından sonra ise işçi haklı çıkıyor. Eğer bu durumda, mali durumu oldukça zayıf, paraya da ihtiyacı olan işçi, işverenin arabulucu temini durumunda bu sonucu belki de elde edemeyecekti! Çünkü, arabuluculuk sonucu tarafların anlaşması ile konu sonlanacak, muhtemelen de işçi tüm alacağına kavuşamayacaktı.
İşte az yukarıda “arabulucu”ya yönelttiğimiz, siz “işveren” tarafından mı göreve davet edildiniz cümlemdeki arka plan buydu. Yani, binlerce işçisi olan bir otel, hastane veya fabrikada, işverenin bir arabulucu temini sonrasında, bir an önce parasına kavuşmak, ya da alacağının azına razı olarak kısmen paraya kavuşmak, toplum psikolojisi ve tabiri yerinde ise “mahalle baskısı” ile sıradan herkesin –tüm işçilerin-arabuluculuk anlaşma metnini imzaladığı vakıalar adedi çok olabilir. Ama, bu sulh ve anlaşmalar hakkın teslimi demek -bana göre- değildir.
Bunun dışında normal bir işçinin arabulucuya başvurarak para aldığı istisnadır. Çünkü, az yukarıda anlatılan kültür ve anlayıştaki olumsuzluklar bunu engellemektedir. İşveren arabuluculukla anlaşma yerine, nakit para vermektense yıllarca sürecek davanın menfaatine olduğunu düşünmektedir. Aksi halde, iş arabulucuya bile gelmeden çözülecek bir vakıadır. Hatta İslam dininde, İslam Peygamberinin “işçinin alnının teri kurumadan, ücreti ödenmeli” şeklinde sözü bulunduğu belirtilmektedir. Türkiye devletinin de onayladığı çok sayıda İLO sözleşmesi de işçi haklarına vurgu yapmaktadır. Örnek olarak sunulan Yargıtay Kararı, arabuluculuk uygulamasından öncedir. Belki bugün olsaydı. işçi tüm haklarına kavuşamamış, işverenin getirdiği arabulucu yolu ile yaptığı anlaşma ile haklarının çok azını almışta olabilirdi (Çünkü, Yargıtay Kararı’nda ifade edildiği şekliyle; işçiye dilekçeyi imzala, haklarını vereceğiz denilmiş, işçi istenilen dilekçeyi imzalamış, ama hakları ödenmemiş, dilekçeyi imzalayan işçi, işveren vasıtasıyla belirlenen arabulucunun seri şekilde taraflar için hazırladığı tutanağı da böylece imzalayacak, bu kez Yargıtay Kararı örneğindeki amacına ulaşamayabilecekti…).
Tahkim, arabuluculuk ve uzlaşma gibi alternatif çözüm yolları elbette amacı itibarıyla yerindedir. Lakin, bu yollar olmadan da çözüm mümkündür, tarafların anlayış göstererek kendiliklerinden anlaşma erdemini göstermeleri, ya da ceza davası ise, dava derdest iken de anlaşmaları, hukuk davasında dava devam ederken de anlaşıp sulh olmaları mümkündür. Ayrıca Av. Yasasının 35. Maddesi arabuluculuktan daha kesin ilam niteliğinde belge düzenleme imkanı veren bir uygulamadır. Özetle, dava şartı arabulucuk ile zorunlu uzlaşma öncelikle yerinde değildir. Süreci uzatan, ilave masraf ve zaman kaybını doğuran işlemleri gerektirmektedir. Türkiye uygulamasında ise işverenin yoğun işçi topluluğuna karşı temin ettiği arabulucu ile netice aldığı, bunun dışında verimli olmadığı kanaatindeyim. Ancak, hukukun üstünlüğüne inanç, doğal insan olarak empati ve kurallara ve insanlara saygı anlayışı gelişirse, hem çekişme azalabilecek, hem de alternatif çözüm yolları uygulanabilecektir. Kazananın ve kaybedenin olduğu her vakıa sonuçlansa, çekişme hakkında hüküm de verilse, sonrasında, husumet sürecek, gerginlik, düşmanlık, koşulları oluştuğunda yeniden bir çekişmenin ve mücadelenin içine girmek, kavgayı yeniden başlatmak, hasmını hizaya getirmek, moda tabirle diz çöktürmek için yeniden bir mücadele doğabilecektir. Bu nedenle, sulh ve alternatif çözüm yolları makbul olanıdır. Politikacıların da uygulamanın başarısı için mevzuat değişikliğinin yetmeyeceği, politikada üslup ve tavır değişikliği ile toplum kültürünü yükseltmeleri oldukça ödemlidir. Yunus Emre’nin ifade ettiği gibi :
“Söz ola kese savaşı söz ola kestire başı
Söz ola ağulu aşı bal ile yağ ede bir söz”