ÇELİŞKİLER!
İnsanlar dünyaya geldiklerinde, anne ve babalarını seçemedikleri gibi “dil, ırk, renk, cinsiyet” gibi niteliklerini kendileri seçememektedir. Daha çok azgelişmiş toplumlarda buna neredeyse bir özellik daha eklemek mümkündür. Bu da “din” ve “mezhep”tir. İnsanlar adeta doğuştan bir dinin müntesibi olarak doğar ve yollarına devam ederler. Burada çarpıcı olan husus şudur: ahlaklı olmak, erdemli olmak, yalan söylememek, doğru ve güvenilir olmak, adil ve merhametli olmak, yardımsever ve cömert olmak gibi nitelikler ve “değer yargıları” kazanılmadan kişi örneğin Müslüman ya da başka bir din mensubu olmaktadır.
İçi tam olarak doldurulmayınca son derece şekli ritüeller ve semboller olarak kalabilen bu “dini” anlayış islam toplumlarında duvara asılan “Kuranı Kerim” olarak kalmakta, hayat ise bütünüyle muhtevadan uzak yaşanılabilmektedir. Dinin asli emirlerine de aykırı yaşanmaktadır. Gelenekler taklit edilmekte, ezberlenenler tekrar edilmektedir.
Toplumsal örgütlenmeler ise, partiler, vakıflar, dernekler, cemaatler, tarikatlar, platformlar, teşkilatlar vb şekillerde oluşmakta, bu oluşumların katılımcıları, üyeleri de “öne çıkmış”, “lider” olmuş, “başkan” olmuş, “abi” gibi sıfatlar almış kişileri örnek almakta hiç sorgulamamaktadırlar. Bir bakıma da kolaycılığa kaçılmakta, “’şu üstad’, ‘bu abi’, ‘şu hanım’ da böyle söylüyor”, diyerek adeta bu kişileri “mihenk” taşı bellemektedirler. Örgüt ve oluşum müntesiplerinde özgür ve bağımsız bir hareket, sorgulama, en ufak bir eleştiri söz konusu da olamamaktadır. Bireyler mevcut sosyal ortamdan, teşkilattan, yapıdan, cemaatten tecrit olmak, dışlanmak istememekte, çok yönlü psikolojik ve sosyolojik unsurlar içerisinde sorgulamadan, düşünmeyi dahi reddederek, her farklı davranışa, soruya, ya da eleştiriye kalkan oluşturmakta ve doğrudan ‘savunmaya’ geçmektedirler. Özgürlük ve bağımsızlık korunamayınca kimileri de kendilerini gizlemeyi, sessiz kalmayı tercih etmektedirler. Her iki durumda içsel bunalımlar kaçınılmaz olmaktadır.
Kimi sorgulanmayan ortamlarda ise bir pozisyon elde etmiş kişi, hep kontrollü olmakta, statüm, yöneticiliğim, abiliğim, başkanlığım, liderliğim sorgulanmasın istemekte, doğal ve içten davranamamakta, risk almamakta, görüş açıklamamakta, mesafe ile kendini korumaya çalışmaktadır. Bu durum da özgür olamamaktadır. Kimi gelişmeye açık şirketlerde eleştiri kültürü ve oto kritik olmayında, statükocu yöneticiler şirketin mesafe alamaması, geriye gitmesine dahi neden olmaktadır.Teşkilat veya partinin verdiği “abi”, “yetkili”, “sorumlu” gibi statüler ortadan kalkınca bu “kerameti kendinden menkul” sorumlu kişilerin durumu “kral çıplak” konumuna gelmekte, tılsım bozulmaktadır.
Yine insanlar, “düşünce kalıplarına” ve “ezber”lerine benzemeyen düşünce açıklamalarına sanki silah doğrultulmuş bir insanın “meşru savunması” gibi şedit bir biçimde tepki vermekte, bir an için dahi “doğru olabilir mi?” düşüncesinde olmamaktadırlar. “Acaba benim düşüncemde de yanılgı olabilir mi?” sorusunu kendilerine sormamaktadırlar. Bu bir futbol takımı fanatizmini de andırmaktadır. Şunu da iddialı bir şekilde söylemek mümkündür: kimi futbol fanatikleri ideolojik fanatizmle yarışır haldedir.
Ezber ve kalıplar o denli kuşatmıştır ki, her şeyi yaratanın tek olduğu, tüm insanlığı, kainatı, hayvanları, bitkileri de yarattığı kabul edildiği ve her şeye kadir olan yaratıcının her şeyi yapabileceğine mutlak emin olunmasına ve en doğrusunu, en iyisini yaratanın yaratacağına emin olunduğu halde, bu kez fark etmeden yaratana isyan edilmektedir. Yaratanın yarattığı, yaşamasına müsaade ettiği insanlar, hayvanlar öldürülmektedir! Bu bir çelişki değil midir? (İslam peygamberi ömrü boyunca belki de yarım gün ve savunma niteliğinde savaşmış, ‘Medine Sözleşmesi’nde olduğu gibi ‘laik’ nitelikli anlaşma da yapmıştır) Yüce yaratan saniyenin milyonda, milyarda biri sürede bir veya iki değil, tüm insanları yok edebilecek, güç ve kudrette iken, yüce yaratanın yapmadığını niçin insanlar yaparlar?..(Kuranı Kerim Maide Suresi, ’32’ ‘”Bir cana kıymaya veya yeryüzünde fesat çıkarmaya karşılık olması dışında, kim bir kimseyi öldürürse bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de bir can kurtarırsa bütün insanların hayatını kurtarmış gibi olur.’) (1)…
Yüce yaratan istese tüm insanları Müslüman veya Hristiyan ya da başka inanca dönüştürmesi için tasavvur edilen minimum bir süre yeterlidir (‘a/sonsuz’). Ama bunu yaratanın tercih etmemiş olması durumunda, bir inanç mensubunun diğer inanç sahiplerini “kahret yüce rabbim” demesi nasıl anlaşılır? Yaratanın kimseye vekaletname vermediği bir ahvalde, yüce yaratanın münhasıran sıkı sıkıya bağlı yetkilerini sahiplenmek olabilir mi? İnsanlar böylesine kalıplar içinde yaşarken kimi şeyleri gözlemlerler, kendi rengi, ırkı, dili ve cinsiyetinden olmayanların kimi zaman kendi mensubiyetinde olduklarından daha dürüst olduklarına tanık olurlar.
Başa dönerek yazımızı bitirelim: “dil, ırk, renk, cinsiyet” gibi niteliklerini ve hatta dinlerini kendileri seçmedikleri bir durumda, sonradan kazanılmayan : “dil, ırk, renk, cinsiyet” gibi kavramlar nedeniyle bir insanın diğerinden üstün olması düşünülemez. Bir kişi doğduğunda “Yahudi” veya “Türk”, ya da “Arap” veya “Fransız” doğması durumunda birbirine mutlak eşit olduğunu söyleyebiliriz. Yüce yaratanın adaletsizlik yapacağını kimse düşünemez. Bir toplum ve milletin mensubu olarak doğanların da dini anlayışlarını değiştirme oranları konusunda elimde şu anda bir istatistik yok. Ancak, dini geçişlerin istisnai olduğunu gözlemliyorum (bir yahudinin islam toplumunda doğması durumunda, muhtemelen ‘musevi’ değil ‘müslüman’ olarak yaşamını sürdüreceğini istatistiki olarak söylemekte mümkün olabilecektir). Bu bakımdan kimi insani hırslarla “savaş”, “kutuplaştırma” ve kavgaya alet olmamak, özgür ve bağımsız olarak, ömür boyu kişinin rahat, kendini gizlemeden ve mahalle baskısı olmadan, endişesiz yaşaması en büyük mutluluk ve onur kaynağı değil midir? Bu bakımdan “ben de yanılabilirm” demek biçiminde, olgunluk ve kendine güvenmek, rahat olmak ve başkalarının da doğru söyleme ihtimalinin bulunduğunu da yabana atmamak gerektiğini vurgulamak istiyorum.
H.Erdal DEMİR
(1). Rivayete göre Medine yahudileri Hz. Peygamber’i ve sahâbeden bazılarını öldürmek için tuzak peşindelerdi. Bu sebeple yüce Allah onlara adam öldürmenin ne kadar büyük bir cinayet olduğunu göstermek için Hz. Âdem’in iki oğlunun kıssasını anlattıktan sonra onların kutsal kitaplarında da haksız yere bir insanı öldürmenin bütün insanlığı öldürmek; bir canı kurtarmanın da bütün insanlığı kurtarmak gibi olduğunun yazılı bulunduğunu haber vermiştir. Bu tâlimat elimizdeki Kitâb-ı Mukaddes’te yer almamakta fakat Mişna’da (Sanhedrin, IV/5), “İsrâil’den tek bir kişiyi öldürenin bütün ırkı öldürmüş gibi cezalandırılacağı ve İsrâil’den tek bir kişiyi koruyanın Allah’ın kitabına göre bütün dünyayı korumuş sayılacağı şeklinde bir ibare bulunmaktadır (J. Horovitz, “Tevrat”, İA, XII/1, s. 219).
Yüce Allah gerek İslâm’da gerekse İslâm’dan önceki ilâhî dinlerde insan hayatının kutsal olduğunu bildirmiş, bu sebeple bir canı korumayı bütün insanlığı korumak kadar üstün bir fazilet saymış; bir cana kıymayı da bütün insanları öldürmek kadar büyük bir cinayet olarak değerlendirmiştir. Çünkü bir insan, türünü temsil eder ve insanlar birbirine eşittir. Bir insanın haksız yere öldürülmesi toplumda öldürme olaylarının yayılmasına, insanların birbirine düşmesine ve toplum düzeninin bozulmasına yol açar. Hukukî bir gerekçe bulunmaksızın bir başkasının canına kıyan kimse, yalnızca o kişiye haksızlık etmiş olmaz, aynı zamanda insan hayatının kutsallığına inanmadığını ve başkalarına karşı hiçbir merhamet duygusu taşımadığını da göstermiş olur (kısas hakkında bilgi için bk. Bakara 2/178; yeryüzünde fesat çıkarma hakkında bilgi için bk. Mâide 5/33). Oysa insan hayatının korunabilmesi için insanların birbirine saygı göstermeleri, hayatın kutsal olduğuna inanıp korunmasına yardımcı olmaları ve katilleri korumamaları gerekir. Bütün dinler, hukuk ve ahlâk sistemleri haksız yere adam öldürmenin, cana kıymanın büyük bir suç olduğunda birleşmişlerdir.
Allah Teâlâ insan hayatının önemi ve bu hayata kıyanlara verilecek cezalar hakkındaki âyetlerini peygamberleri vasıtasıyla göndermiş ve insanlara tebliğ etmiş olmasına rağmen birçok insan yine de yeryüzünde fesat çıkarmaya ve kan dökmeye devam etmektedir. Yeryüzünde bu tür katiller ve fesatçılar sürekli olarak bulunduğu için İslâm bunlara karşı sadece vicdanî ve uhrevî ceza ile yetinmemiş, insanların hayat hakkını korumak ve huzurlarını sağlamak için caydırıcı dünyevî müeyyideler getirmiştir.
Bir canı kurtarmak, bir insanın yaşamasına katkıda bulunmak, bu amaca yönelik bütün eylemler yanında, günümüzde –şartlarına uygun olarak– uygulanan kan, ilik, böbrek, kornea gibi organ nakli yapmayı ve organ bağışında bulunmayı da kapsar.
Kaynak : Kur’an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 257-258