Üç müvekkil üzerinden ve özellikle ülkeye dönmüş üç vatandaşımızdan edindiğim
izlenimleri aktaracağım. Özellikle günümüzde insanların yurt dışına çıkmaları, farklı bir ülkeye
yerleşmeleri çok konuşulan konular arasında iken, bu yazıda yurt dışından ülkeye gelen üç
farklı kişiden söz edeceğim.
Vatandaşlarımızdan birisi Fransa’dan ülkeye gelmiş. Sorduğumda Fransız vatandaşı
olduğunu, 36 yaşında olduğu ve neredeyse Türkçe’ yi Türkiye’de öğrendiğini, kendisi ile
birlikte ilköğretimde okuyan iki çocuğunun da çifte vatandaş olduğunu söyledi. Eşini
sorduğumda, onun Fransa vatandaşlığını istemediğini belirtti ve ekledi; zaten gerek de yok,
çünkü: benim Fransa vatandaşı olmam yetiyor, dedi. Sohbet sürerken iki çocuğunun Fransız
kolejinde okuduğunu, çok memnun olduğunu, eğitimin mükemmel olduğundan söz etti.
Çocuğa kişilik kazandırıldığı, öncelikle çevreye, insanlığa karşı duyarlı birey olacak şekilde ve
özgür bir ortamda eğitim gördüklerini, Fransızca eğitim gördüklerini de ilave etti. İki çocuğun
yıllık ücretinin 50.000 TL’nin üzerinde olmasına rağmen, çocuklardan ücret alınmadığını,
yemek ve ulaşım (servis) hizmetlerinin de ücretsiz olduğunu ekledi. Bu durum; öğrenim
çağındaki Fransız vatandaşlarının ücretlerinin Fransa devleti tarafından karşılanmasından
kaynaklanıyordu. Okul da Fransız okulu olduğu için büyük çoğunluk Fransa vatandaşlarının
devam ettiği bir kolej durumundaydı. Yani, Fransız vatandaşları, Türkiye’de de olsa, sosyal
devlet ve eğitim hakkı gibi haklardan yararlanabiliyorlardı. Tam bu sırada sordum: “Peki niçin
Türkiye’ye geldiniz? Yaşam kalitesi farkı, konfor, diğer faktörlere ve gitmek isteyenlerin onca
çabasına rağmen niçin geldiniz? ” dedim. Haklısınız dedi. Oradaki düzenden, trafik
düzeninden çok şeyden söz etti, en çok da trafik konusunda durduktan sonra şunları şöyledi :
Fransa gelişmiş bir ülke, önünüz bu anlamda çok açık değil. Türkiye’de fırsatlar var dedi. Bu
vatandaşımızın birikimleriyle Türkiye’de inşaat sektöründe çalıştığını ve müteahhitlik
yaptığını ve zaten bu anlamda da kimi sorununun çözümü için bana geldiğini zaten
biliyordum. Yani bu vatandaşımız işçilikten patronluğa sınıf atlamış, statü değiştirmişti. Belki
bu durum heyecan vericiydi, bir hayal kırıklığı olmazsa, burada yaşamasının devam edeceği
kuşkusuzdu.
Diğer yurttaşımız aynı zamanda İsveç vatandaşıydı. Önceki Fransız vatandaşı da olan
yurttaşımızdan önemli farkları vardı. Dini hassasiyeti çok daha yoğun, milli duyguları da
oldukça yüksekti. Ülkede kalıcı olmak çabasındaydı. Ülke insanını çok seviyor. Tüm
handikaplara, dolandırılmasına (ki, benimle tanışması da bu nedenle olmuştu), ticaretin
neredeyse hırsız, polis oyunu olmasına rağmen ülkeye şevk ile bağlıydı. İsveç ve insanlarını
sevmiyordu ama hala çocukları orada yaşıyordu. Ancak tahminen İsveç’te küçük ticari
işlerinde başarısızlık ve çok sayıda davalarla karşılaşmış olması, orada belki de ikinci sınıf
algılanması onu bu duruma itmişti. Türkiye’de ise çok girişimci tavırlar sergilemesine rağmen,
tutan ve koşan bir proje oturtamadı. Bu duruma önemli bir olumsuz etken ise, çok ciddi bir
sahtecilikle karşılaşmış olması düşünülebilirdi belki. Tabiri yerindeyse sütten ağzı yananın
ayranı üfleyerek içmesi gibi, cesaret kırılması, ya da çok titiz davranış ile kimi fırsatları
kaçırmış, ya da teşebbüs etmemiş olması düşünülebilirdi.
Üçüncü kahramanımız ise aynı zamanda Alman vatandaşı, bugünlerde torununun düğünü
için Almanya’ya gidecekti. Orayı sevmediğini söyledi. Yirmi yıldan fazla orada yaşadıktan
sonra döndüğünü, dönüşten sonra yirmi yıla yakın süredir Türkiye’de olduğunu ve burada
yaşamayı tercih ettiğini söyledi. Türkiye’de karşılaştığı sıkıntılara, kimi kandırılma eylemlerine
rağmen böyle düşünüyordu. Ki, bana da zaten bu nedenle gelmişti. Hasılı çok derin psikolojik,
sosyolojik, ekonomik ve dini temelli etkenin bileşkesiyle kanaat ve tercih oluşuyordu
sanırım…