Bir “akıl tutulması” yaşanıyor ve tabiri yerinde ise bir” gölge boksu” yapılıyor. Bir konu var, bir tanımlama var. Bu konu tartışılıyor gibi gözüküyor, ama konunun dışında “hayal mahsulü” ve kişilerin oluşturduğu saplantılar tartışılıyor.
Bilindiği on binlerce sözleşmeler yapılıyor ve yapılacak. Sözleşme hazırlanırken, sözleşmenin konusu, sözleşmede geçen kavramlar tanımlanır, süjelerin sıfatları belirlenir. Kavramların ve kavramlara yüklenilen anlamların, sözleşmenin maksadı ve kapsamı çerçevesindeki tanımlamaların işin başında belirlenmesi, sözleşme iradesini ortaya koyanların maksadının anlaşılmasında ve kimi ihtilafların çıkmasının da önüne geçer. Yani, özel hukuk sözleşmelerinde, “sözleşme işin anayasası” kabul edilir. Tanımlar da sözleşmenin ayrılmaz parçasıdır. Sözleşmede belirlenen taraf tanımlamalarının yerine üçüncü kişilerin “keyfi”, “hayal mahsulü”, “sübjektif” tanım yapmaları da kabul edilemez.
“İstanbul Sözleşmesi” aslında konu ve sözleşmedeki tanımlar dışına kavramlara her önüne geçenin farklı, farklı anlam yüklediği, “İstanbul Sözleşmesi”nin ise şeytanlaştırıldığını görmekteyiz. Sanki bu sözleşme bir düşman saldırısı, aile yok ediliyor, toplum eşcinselliğe sürükleniyor, boşanmalar artıyor, şiddetli geçimsizliğin nedeni ise “İstanbul Sözleşmesi” olarak gösteriliyor.
Paradigma Değişikliği önerimiz “trajikomik” bile değerlendirilebilir. Ancak, toplumda akademik unvan olarak “en üst” düzeye gelmiş, akademisyen, bilim adamı, kimi din adamı, kimi siyasetçi, kimi gazeteci ve yazarların ya sözleşmeyi okumadıkları, ya da sürü psikolojisi ile sürüklendiklerini tespit ediyoruz. Ayrıca bilgi sahibi olmadıkları gibi, sözleşmenin tarafların çok anlaşılabilir tanımlarına farklı anlamlar yüklediklerini de görmekteyiz. İşte bu nedenle oldukça “vahim” bir fotoğrafla karşılaşıyoruz. Toplumun oldukça geniş bir kesiminin bu türden “sürü psikolojisi” ile hareket ettiğini gördüğümüzde, “bilgi sahibi olmadan, fikir sahibi” olunmaması, “itaat kültürü” kavramından uzaklaşılması, sözde “kanaat önderi”, “parti lideri”, “yazar”, “çizer” şeklinde addedilenlerin de sorgulanmaları gerektiği, sayılan bu kapsamdaki şahıslara ideolojik bağlılık ile bu şahısların her dediklerini kabul ve sorgusuz, sualsiz bağlanma iradesinin değişmesi gerektiğini belirtmek durumundayız.
İstanbul Sözleşmesinin Maksadı Nedir?
Bu sözleşmenin maksatları şunlardır:
a. Kadınları her türlü şiddete karşı korumak ve kadına karşı şiddeti ve aile içi şiddeti önlemek, kovuşturmak ve ortadan kaldırmak;
b. Kadına karşı her türlü ayrımcılığın ortadan kaldırılmasına katkıda bulunmak ve kadınları güçlendirmek de dahil olmak üzere, kadınlarla erkekler arasında önemli
ölçüde eşitliği yaygınlaştırmak;
c. Kadına karşı şiddet ve aile içi şiddetin tüm mağdurlarının korunması ve bunlara
yardım edilmesi için kapsamlı bir çerçeve, politika ve tedbirler tasarlamak;
d. Kadına karşı şiddeti ve aile içi şiddeti ortadan kaldırma amacıyla uluslararası işbirliğini
yaygınlaştırmak;
e. Kadına karşı şiddet ve aile içi şiddetin ortadan kaldırılması için bütüncül bir
yaklaşımın benimsenmesi maksadıyla kuruluşların ve kolluk kuvvetleri birimlerinin
birbiriyle etkili bir biçimde işbirliği yapmalarına destek ve yardım sağlamak.
Burada aile karşıtı, eşcinselliği özendiren, LBGTİ propaganda veya teşviki anlamına gelen tek bir kelimenin olmadığını görüyoruz. Kaldı ki, “aile” mefhumun özellikle vurgulandığı, kabul edildiği bir amaç ve fevkalade iyi niyetli amaçların yer aldığını görüyoruz.
Peki sözleşmenin Kapsamı Nedir?
1. Bu Sözleşme, aile içi şiddet de dahil olmak üzere, kadınları orantısız bir biçimde etkileyen, kadına karşı her türlü şiddet için geçerli olacaktır.
2. Taraflar bu Sözleşmeyi tüm aile içi şiddet mağdurları için uygulamaya teşvik edilir. Taraflar bu Sözleşmenin hükümlerinin uygulanmasında toplumsal cinsiyete dayalı şiddetin kadın mağdurlarına özel olarak dikkat göstereceklerdir.
2. Bu Sözleşme, barış zamanında ve silahlı çatışma durumlarında geçerli olacaktır.
Şimdi bir de sözleşmenin maksadı ve kapsamı doğrultusunda tanımlara bakalım:
Bu Sözleşme maksatlarıyla:
a. “Kadına karşı şiddetten”, kadınlara karşı bir insan hakları ihlali ve ayrımcılık
anlaşılacak ve bu terim, ister kamu ister özel yaşamda meydana gelsinler, söz konusu eylemlerde bulunma tehdidi, zorlama veya özgürlüğün rastgele bir biçimde kısıtlanması da dahil olmak üzere, kadınlara fiziksel, cinsel, psikolojik veya ekonomik zarar ve acı verilmesi sonucunu doğuracak toplumsal cinsiyete dayalı tüm şiddet eylemleri olarak anlaşılacaktır;
b. “Aile içi şiddet”, eylemi gerçekleştiren, mağdurla aynı ikametgahı paylaşmakta olsun veya olmasın veya daha önce paylaşmış olsun veya olmasın, aile içinde veya aile biriminde veya mevcut veya daha önceki eşler veya birlikte yaşayan bireyler arasında meydana gelen fiziksel, cinsel, psikolojik veya ekonomik şiddet eylemleri olarak anlaşılacaktır;
c. “Toplumsal cinsiyet”, herhangi bir toplumun, kadınlar ve erkekler için uygun
olduğunu düşündüğü sosyal anlamda oluşturulmuş roller, davranışlar, faaliyetler ve özellikler olarak anlaşılacaktır;
d. “Kadınlara karşı toplumsal cinsiyete dayalı şiddet”, bir kadına karşı, kadın olduğu için
yöneltilen veya kadınları orantısız bir biçimde etkileyen şiddet olarak anlaşılacaktır;
e. “Mağdur”, a ve b fıkralarında belirtilen davranışlara maruz kalan herhangi bir şahıs olarak anlaşılacaktır;
f.“Kadın” terimi, 18 yaşından küçük kızları da kapsayacaktır.
Sözleşmenin maksadı, kapsamı tanımlar yukarıya aynen sözleşmeden alınmıştır.
Sözleşmenin hedefi, “kadına, fiziki, cinsel, psikolojik ve ekonomik şiddetin” ortadan kaldırımasıdır. Yine aile içi şiddetin “erkeğe, kadına ve çocuğa” bir fark olmaksızın şiddetin ortadan kaldırılması da amaçlar arasındadır.
Diğer bir amaç ise “toplumsal cinsiyet eşitsizliğini” ortadan kaldırmaktır. Toplumsal Cinsiyet: “herhangi bir toplumun, kadınlar ve erkekler için uygun
olduğunu düşündüğü sosyal anlamda oluşturulmuş roller, davranışlar, faaliyetler ve özellikler olarak anlaşılacaktır”. Toplumdaki kadına biçilen kılıf, rol, statünün, kadın hakkındaki algının eşit birey gibi algılanmanın önüne geçilmesi istenilmektedir.
“İçte bu toplumsal cinsiyet eşitsizliği” üzerine, akla ziyan yorum ve tanımlamalar ile konu çok farklı noktalara çekilmekte, manipülasyon yapılmaktadır. Toplumsal Cinsiyet Eşitsizliği toplumda Bilindiği gibi, Cinsiyet, kadın ve erkek arasındaki doğal, biyolojik farklılıkları işaret eder. Bu farklılıkların birçoğu net ve sabitken bazı biyolojik farklılıklar çeşitlilik gösterir. Toplumsal cinsiyet ise toplum tarafından verilen erkeklik ve kadınlık hakkında kültürel görüşler, inanç sistemleri, imajlar ve beklentilerle yapılanmıştır.
Ülkemizde kadın cinayetlerinin ana nedenlerinden birisi “toplumsal cinsiyet eşitsizliğidir” Bu bir kültür, hayat tarzıdır. Örneğin “türkü” olarak, “şarkı” olarak tezahür eder. Deyimdir, ata sözüdür, kimi geleneklerdir. Güzel bir örnek;
“Seni benden alamazlar
Ya benimsin ya toprağın
Aşkımızı yıkamazlar
Ya benimsin ya toprağın,” şeklinde sözleri olan Ferdi Tayfur şarkısıdır.
Beş kız bir oğlanın yerini tutar mı? / Oğlansız evde duman tüter mi?”
“Bir (ev) gemi donanır, bir kız (çıplak) donanmaz.”
Kız doğuran tez kocar.”
“Kız yükü, tuz yükü.”
“Kızın var mı, derdin var.” / “Kızın var mı, sızın var.”
“Kızını dövmeyen, dizini döver.”
“Oğlan doğuran övünsün, kız doğuran dövünsün.”
“Oğlan olsun deli olsun, ekmek olsun kuru olsun.”
Oğlanı her karı doğurmaz, er karı doğurur.”
“Kız çocuğu ya er koynunda, ya yer koynunda.”
“Kız evde olsa da elden sayılır.”
“Kız girdi on üçüne, ya erdedir ya yerde.”
“On beşinde kız, ya erde gerek ya yerde.”
“Erkek sözü vermek.”
“Erkekçe dövüşmek / konuşmak”
“Erkeklik öldü mü?”
“Elinin hamuruyla erkek işine karışma.”
“Eksik etek”
“Karı gibi konuşma!”
Kaşık düşmanı”
“Saçı uzun, aklı kısa”
“Kadın kısmına sır verilmez.”
“Kadının hükmettiği evde mutluluk olmaz.”
“Karı gibi kırıtma!”
“Dişi köpek kuyruk sallamazsa, erkek köpek yanaşmaz.”
“Kocanın vurduğu yerde gül biter.”
“Kadının sırtından sopayı, karnından sıpayı eksik etmeyeceksin.”
“Dişi yalanmazsa erkek dolanmaz”
Yukarıya alınan örnekler kadına bakış, kadın hakkındaki algılar, yani “toplumsal cinsiyet eşitsizliği” örnekleridir.
Kısaca hem her türlü şiddet, hem de rollerin insani hale getirilmesi “sözleşme” ile amaçlanmaktadır. Sözleşme yüksek bir medeniyet sözleşmesidir.
Buna karşı çıkanların bir bölümü de cinsiyet eşitliği kavramına karşı çıkarken
T.C. Anayasasının 10. Maddesine niçin karşı çıkmamaktadırlar? Çünkü orada da bu husus şu şekilde yer almaktadır:” Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasî düşünce, felsefî inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir. (Ek: 7.5.2004-5170/1 md.) Kadınlar ve erkekler eşit haklara sahiptir. Devlet, bu eşitliğin yaşama geçmesini sağlamakla yükümlüdür.Anyasa sözleşmeden çeyrek asırdan daha uzun süre önce kabul edilmiştir. Aynı hükümlerin büyük bölümü
CEDAW sözleşmesinde de yer aldığı halde bu sözleşmeye ise nedense karşı da çıkılmamaktadır.
CEDAW, BM Genel Kurulu tarafından 1979′da kabul edilmiş, 1981′de yürürlüğe girmiş ve Türkiye tarafından 1985 yılında imzalanmıştır. Sözleşmenin imzalanması, taraf devletleri kadınlara karşı ayrımcılığın ortadan kaldırılması için somut adımlar atmakla ve CEDAW Komitesi’ne düzenli olarak kadının insan haklarının geliştirilmesi konusunda ülkedeki devlet uygulamalarını raporlamak ve sunmakla yükümlü kılmıştır.
Kadınları eğitimsiz, kadınları çalışma ve sosyal hayattan dışlanmış ve insanlarını eğitimsiz kadınların yetiştirdiği bir toplumda: kadınlar aşağılanır, yine şiddet uygulanır, yine eğitimden uzak tutulur kız çocukları, yine kadınların gülmeleri, hamile kadınların sokakta dolaşmaları ayıplanır, yine ‘’sus kadın’’ diye kadınların konuşmaları istenmez, toplu taşımada güpegündüz şort giydi diye tekmelenir, failine bir ‘’aferin’’ denmediği kalır…
”Kadın sokağa çıkmasın”, ”kadın gülmesin”, ”kadın konuşmasın” vb. söylemleri ile kendi zevksizliklerini, neşesizliklerini, renksizliklerini, nûrsuzluklarını, tatsızlıklarını ve karanlıklarını dini malzeme yapıp bu ülke insanına bir gıdım yaşama sevincini, bir yudum neşeyi, bir nefes keyfi ve bir dirhem ümidi çok görürler…
Toplum kadın veya erkek fark etmez insanlarının yaşama sevinci budanır, insanları mızmız yeryüzü küskünleri haline getirilir, toplum, yüzündeki hüzün çığlıkları arş-ı alaya yükselen insanlar topluluğu haline getirilir…
Eğitim, disiplin ve ahlak adına insanların yaşama sevinci budanır, kadınlar gelenek adına aşağılanır, cinsel obje olarak görülür, baskı altına alınır, tekmelenir, yetmedi katledilir…
Kafalarındaki Ortaçağ düşünceleriyle küçücük kızları koca koca adamların, hem de tecavüzcülerinin koynuna vermeye kalkarlar utanmadan, arlanmadan…
Cinselliğini ehlileştirmeyi başaramayıp annesine, bacısına, kızına, sübyana şehvet duyacak kadar sapıklığın zirvesinde olanlar TV kanallarını, medya sayfalarını işgal ederek, din kisvesi ve sıfatı altında kendi sapıklıklarını topluma aşılamaya kalkarlar…
Çocuklarına topluca tecavüz edildiğinde bile ‘’bir defalık’’ diye maruz göstermeye çalışırlar… Hem de bu konuda önlem alabilecek en yetkili kişi, kurum, bakan ve kadın oldukları halde…
Kadının bu kadar nâmevcut olduğu bir âlemde maden ocaklarınız çöker, deprem bile olmadan güpegündüz binalarınız çöker, asansörleriniz düşer gencecik insanlarınızı oralarda diri diri kara toprağa gömersiniz… Yurtlarınız tutuşur yetersiz sigortalardan, elektrik kontağından, kalitesiz kablolardan, trafolardan, olmayan söndürme sistemlerinden ve çocuklarınızı oralarda diri diri yakarsınız… Ucube yolları, bakımsız ve denetimsiz araçları ve çözemediği trafiği ile her gün onlarca insanını kurban verirler yollarda… Ve kuralsız, toplu taşımasız trafiğinizde insanlarınızı katledersiniz…Tarım alanları yok edilir, çevre kirletilir, kaçak yapı salgın hale gelir, “affedilecek nasıl olsa kültürü” her daim varittir.
Bunca realite ve toplumda yer alan olumsuzluklara, toplumsal cinsiyet eşitsizliğine karşı mücadele verilmesi zorunluluktur. Böylece; Mâide Suresi, 32. Ayetinin ““Kim bir kimseyi öldürürse bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de bir can kurtarırsa bütün insanların hayatını kurtarmış gibi olur” düsturu da yerine gelecektir.
Özet olarak, adeta “karanlıkta koşulmakta”, “gölge boksu” yapılmaktadır. “Sözleşme” dışında ve farklı kaygılar dile getirilmekte ve akla ziyan yorumlar yapılmaktadır. “Bilgi sahibi olunmadan, fikir sahibi olunmakta” ve adeta, “sürü psikolojisi” ile insanlar, iradelerini teslim ettiği kişileri tekrarlamakta, sürgit bir ezbercilik had safhalara ulaşmaktadır. Sözleşmede hiç olmayan unsurlar manipülasyon ile varmı gibi gösterilmektedir. Bu nedenle, “sorgulayan”, “ezbercilikten uzak” ve “sürü psikolojisi” anlayışından ve “itaat kültüründen” uzak birey ve toplum zorunluluktur. Bu anlamda bir paradigma değişikliğine ihtiyaç bulunmaktadır. Bu durum kutsalların istismarının da önüne geçecektir.
Av. H. Erdal DEMİR