Hukuk yoksa, insanlık yoktur!
1960 ile 1966 yılları arsında Yargıtay Başkanlığı yapan merhum Dr. Recai Seçkin, adli yıl açılış konuşmasında, Türk adalet tarihinden şöyle bir örnek vermiştir. “…ikinci Abdülhamit Devri’nde geçmiştir. “Abdülhamid’i tahtından indirmeye kalkışma suçundan cinayet mahkemesine verilen büyük bir siyaset adamının davası başlamazdan önce padişahın damadı Mahmut Celâlettin Paşa, mahkeme başkanı Abdüllâtif Suphi Paşa’ya gider ve (Sizden sânı sadakate lâyık bir karar bekliyoruz) der. Davaya bakılır, sanık beraat eder. Padişahın yolladığı haberi bilen başkanın kızı, kararı öğrenince hayretlere düşer ve babasına (kararı verirken sânı sadakate lâyık karar bekleyen hünkârdan korkmadınız mı?) diye sorar. Padişahın karşılığı şudur : (Öyle bir hâkim öyle bir sultan var ki, huzuruna yarın Hünkâr da, ben de beraber çıkacağız, işte ben, yalnız o Hünkârdan korkarım)”…”
Konuşmada “…Hâkim, hukuk esasları ve vicdanı yerine idare adamlarının veya davada ilgili olanlardan birisinin etkisi altında kalarak karar verirse verdiği karar, açıklamaya lüzum yoktur ki, özünde adaletle ilgisi bulunmayan bir belge, daha açıkçası bir zulüm belgesinden ibaret kalır. Bu durum haksızlığa uğrayanın olduğu kadar bütün toplumun gönül rahatlığını bozar. Zira yurttaş haklı olarak aynı felaketin birgün kendi başına da geleceğini düşünür. Böyle kararların çoğalması, halkın adalete ve devlete güvenini sarstığı gibi sürekli kaygular altında ezilen, yarının ne olacağını kestiremeyen kişilerden meydana gelen bir toplumun önce çalışma gücü ve sonra yaşama hevesi kalmaz ve gittikçe artan güvensizlik ve kaygular, yurdu kanlı olaylara ve sonu kestirilemiyen felaketlere götürür”….cümleleri de yer almıştır. Altmış yıldan daha uzun yıllar önce söylenen bu cümlelerin güncelliği merhumun derinliği hakkında aydınlatıcı olmaktadır.
Türk Medeni Kanunu 2’nci maddesi herkesin, haklarını kullanırken ve borçlarını yerine getirirken dürüstlük kurallarına uymak zorunda olduğunu belirlemiştir. Eğer bir hak açıkça kötüye kullanılıyorsa hukuk düzeni bunu korumaz. İlkeye göre de taraflar dürüst davranmak zorundadırlar. Taraflar gerçeğe aykırı açıklamada bulunamazlar. Aksi halde açıklamaları değerlendirilmez.
Dürüstlük kuralı ile hakkın kötüye kullanılması yasağı arasındaki sıkı ilişkinin varlığı inkâr edilemez. Birçok durumda, dürüstlük kuralına aykırı bir davranışın tespiti, bir hakkın kötüye kullanıldığı olgusunun da belirlenmesi anlamını taşıyacaktır.
İyi niyet (Bona fides), Roma hukukundan bu yana hukukun ayrılmaz bir parçası olmuş etik ilkelerdendir. Hugo Grotius‟un ilk olarak 1625 yılında dile getirdiği, ancak kökeni Aristoteles‟e dayanan düşünceye göre “iyiniyet kavramı yok olduğu takdirde kişiler arasındaki tüm etkileşimler var olmayı kesecektir.”
Sözleşme, bir tarafın sözüne sadık kalacağı; diğer tarafın da buna güveneceğinden hareketle taraflar arasında bir güven ilişkisi yaratmaktadır. Bu nedenle, pacta sunt servanda (ahde vefa ilkesi de) objektif bona fides‟e (iyi niyete) dayanmaktadır.
Dürüstlük ilkesi ve çelişkili davranma yasağı mecelle’de de “her kim ki kendi tarafından tamam olan şeyi nakzetmeğe sa’y ederse sa’yi merduddur” yani “her kim kendi yaptığı/söylediği/tamamladığı şeyi kendisi bozmaya/yok saymaya kalkarsa, bu davranışı sonuç doğurmaz/dikkate alınmaz/reddedilir” şeklinde ifade bulmuştur. Yani, bir hukukî ilişkide, bir kişi, davranışı ile, karşı tarafta korunmaya lâyık, haklı bir güven oluşturduktan sonra, artık bu oluşturduğu güvene aykırı, bununla çelişkili bir davranışta bulunamaz, çelişkili davranamaz.
Sadece günümüzde değil, Roma Hukukunda da, Mecellede de, daima “iyi niyet”, “dürüstlük” ve “sözünde durma”, çelişkili davranmama” ilkeleri uygulanmıştır. Bunlar uygulanırken de “yargı bağımsızlığı” ve “hukukun üstünlüğü” günümüzde ise temel hak ve özgürlüklerin korunduğu, kuvvetler ayrılığı ile yasama organını denetleyen bağımsız “anayasa yargısı”, idarenin her türlü eylem ve işlemlerini denetleyen idareden bağımsız “idari yargı”, kamu düzenini bozmaya yönelik suçlar ile kişiler arasındaki ihtilafları gideren “adli yargı”nın bağımsız olarak yasalara ve hukuka göre karar vermesi esas olmalıdır.
Hakimin bağımsızlığı ve tarafsızlığı hakimler için bir lütuf değildir. Kararların adil ve hakkaniyete uygun olması içindir, insanlar ve toplum içindir. Bu da toplumda oluşan yargı düzenine ve bunun sonucu olarakta kamu düzenine güveni beraberinde getirir. Aksi hal, kötülüğün hakim olacağı, ahlaksız bir toplum oluşturacağı kuşkusuzdur.