Din ve Şeriat
Fransa, laik bir ülke olmasına rağmen kültür ve geleneği itibarıyla Katolik bir ülkedir. Birçok Roma veya Gotik tarzda katedral ve en ücra köşelerde bile bulunan kiliseler ve şapeller bunun göstergesidir. Dini inançların serbestçe yerine getirilmesine izin verilir ve dini aidiyet veya inançlara dayalı ayrımcılık yasaktır.
Fransa’nın dini anlayışı Hristiyan/Katolik mezhebine dayanır, ancak Fransız yönetim şekli yarı başkanlık sistemidir ve kuvvetler ayrılığı ilkesine dayalı olarak “bölünmez, laik, demokratik ve sosyal bir Cumhuriyet” olarak tanımlanır.
İslâm hukuku bilginleri, ‘din ve şeriat’ ile ilgili oldukça farklı yorumlar ortaya koymuşlardır. Dinin her şeyi kapsadığını iddia edenler olduğu gibi din ile şeriatın farklı olduğunu kabul edenler de bulunmaktadır. Bunun yanı sıra şeriat alanının kısmen dinden bağımsız olduğu ve sosyokültürel alanı kapsadığı şeklinde yorumlayanların varlığı da bilinmektedir. Bu meyanda yönetim biçimi olarak din kurallarını seçen ülkeler vardır. İslam’ı yönetim biçimi (şeriat) kabul eden Afganistan, Brunei, İran, Moritanya, Pakistan, Suudi Arabistan, Umman ve Yemen gibi ülkelerin neredeyse tamamında kendi şeriat anlayışlarının farklı olduğu gözlenmektedir. Dinin; inanç, ibadet, ahlak gibi çok sayıda hususları kapsadığı, şeriatin ise devletin yönetimi, yapısı ve hukuk kuralları olduğu da değerlendirilmektedir.
Kur’an, imani meselelerden sonra belirli bir olgunluğa erişen topluma yasal düzenlemeler getirmeye başlamıştır. Bu bağlamda Kur’an’da iktisadi ve sosyal düzenlemelerin temel ilkelerini veren ayetlerin sayısı azdır. Bu ayetler, toplumda uygulanan ilkelerin düzenlenmiş halidir.
Fertlerin toplum içindeki hukuki haklarını tanzim ederken dönemin örf ve yaşayış şekillerini dikkate almıştır. Geçmiş toplumların ilkeleri ile örf ve adetlerinin yansımaları vahiyle birlikte hukuki bir nitelik kazanmıştır. Yani birdenbire var olan gidişatı kaldırıp muhataplarını bambaşka hükümlerle karşı karşıya bırakmamıştır. İslâm’a aykırı olmadığı sürece eski dinlere ait hükümler ve o dönemin örf ve adetleri devam ettirilmiştir.
“İçinizden zıhâr yapanların kadınları, onların anaları değildir. Onların anaları ancak kendilerini doğuran kadınlardır. Şüphesiz onlar çirkin bir laf ve yalan söylüyorlar. Kuşkusuz Allah, affedicidir, bağışlayıcıdır. Kadınlardan zıhâr ile ayrılmak isteyip de sonra söylediklerinden dönenlerin karılarıyla temas etmeden önce bir köleyi hürriyete kavuşturmaları gerekir. Size öğütlenen budur. Allah, yaptıklarınızdan haberi olandır.’’ (Mücadele suresi 58/2-3) Ayeti ile toplumda örfi bir kural olarak varlığını sürdüren uygulama yeni bir boyut kazanmıştır.
Bu hukuki normların amacı ve gayeleri önemlidir. Zira Şeria’nın maksadı, bireylerin hak kaybına uğramamasını ve toplumsal düzenin sağlanmasını amaçlar. İllet ve hikmeti değişen normların artık devam edip etmeyeceği tartışmalıdır.
İşte Kur’an’ın genel norm olarak verdiği ayetlerin sayısı azdır. Bu ayetler, zaman, mekân, illet ve hikmet açısından değişip değişmeyeceği tartışmaya açık alandır. Bir dönemin genel hukuk kuralı olarak benimsenen ve Mecelle’deki ‘ezmanın tegayyürü ile ahkâmın tegayyürü inkâr olunamaz’, ‘örf ile tayin nas ile tayin gibidir’ şeklindeki temel ilkeler kimi kuralların zamanla değişebileceği gösterdiği de ileri sürülmüştür.
Kur’an’da hırsızın elinin kesilmesine şart getirilmiştir. Ancak Hz. Ömer tarafından kıtlık dönemine bağlı olarak uygulanmamıştır. Aynı dönemde Irak’taki Sevad arazisi İslam ordusu tarafından fethedilmiş, Hz Ömer, bu araziyi Kur’ân’ın taksimatına göre değil de gelecek nesilleri düşünerek ganimet olarak savaşa
katılanlara dağıtmak yerine sahiplerine iade etmiştir. Ancak vergi alınmıştır. Bu durum, Şeri normların zaman ve mekân bağlamında değişebileceğini gösterir bir örnek olarak ileri sürülmektedir.
Şeriat alanı, vahyin zaman ve mekâna göre şekil aldığı bir yapıdır. Hz. Adem’den itibaren gelen dinlerde uygulamaların farklılık göstermesi ve hatta Maide 48’de belirtildiği gibi “her birinize bir şeriat ve bir yol verdik” ifadesi, şeriatların zaman ve mekân bağlamında değişebileceğini gösterdiği de ifade edilmiştir.
Türkiye’de ise yönetim şekli İslami değerleri esas almamaktadır. Türk Ceza Kanunu’nun 216. maddesi, halkın farklı özelliklere sahip kesimlerini kin ve düşmanlığa tahrik etmeyi, aşağılamayı veya dini değerleri alenen aşağılamayı suç olarak tanımlar.
Venedik Komisyonu 15.03.2016 tarihli Raporunda, TCK m.216/3’ten açılan kamu davalarının sayısında artış yaşandığını, “aşağılama” fiilinin ulusal yargı organlarınca geniş yorumlandığını, ulusal yasaların yalnızca kamu düzenini bilinçli ve ciddi biçimde bozan ve şiddete çağrı yapan veya dinsel nefreti yayan ifadeleri cezalandırması gerektiğini belirtmiştir. Komisyon, TCK m.216’nın tamamen gözden geçirilmesini ve suçların sınırlarının daha belirgin hale getirilmesini tavsiye etmiştir.
AİHM ve AYM, ifade özgürlüğüne ilişkin bütün kararlarda bu özgürlüğün demokratik toplumların köşe taşı niteliğinde olduğunu vurgulamaktadır. Öte yandan, ifade özgürlüğünün asıl işlevi toplumun geneli tarafından hoş karşılanan veya zararsız addedilen görüşleri değil, toplumun bir kesimini rahatsız eden, inciten hatta kışkırtan görüşleri korumaktır. Bu, çoğulcu bir demokratik toplumun olmazsa olmaz koşuludur. Dolayısıyla, şiddet çağrısı veya dinsel nefreti kışkırtan ifadeler içermedikçe toplum tarafından kutsal sayılan değerler hakkında aykırı görüşler dile getirmek yahut dinlerin, kutsal kitapların, peygamberlerin gerçekliğini sorgulamak, cezai müeyyide uygulanmasını gerektirecek fiiller olarak değerlendirilmemesi gerektiği hassaten hem AİHM kararlarında ve özellikle Avrupa toplumunda vurgulanmaktadır. Aksi takdirde; çoğunluktan farklı düşünen kimseler ceza tehdidi altında kalarak fikirlerini açıklamaktan imtina edecek (caydırıcı etki), serbest tartışma ortamı oluşmayacak ve neticede toplum kendisini geliştirecek ortam ve imkanlardan yoksun kalacakları da ifade olunmaktadır.
Son günlerde bir kişinin kaba hitabıyla ilgili gündemdeki tartışmalar, toplumsal seviyeyi aşağı çektiği ve nezaketsiz olduğu konusunda tartışmasızdır. Ancak, bu hitabın suç olup olmadığı konusunda din ve (hukuk) şeriat açısından yukarıda yapılan açıklamalar ışığında değerlendirilmesi yerinde olacaktır.