İstanbul Sözleşmesi Feshedildi!
Fanatizm, genel sosyal normları göz ardı ederek, saplantılı bir coşku, kontrolsüz heyecanla birlikte bir amaca, konuya veya bir spora aşırı bağlanma durumudur.
Kişi eleştiriye dayanamıyor ve tepki veriyorsa bu bağımlılık fanatizmdir. Eleştiriyi kabul etmese bile, dinler ve tepki vermezse fanatizm söz konusu değildir. Dolayısıyla heyecanlı ve coşkulu bir şeyi sevmek ve onu desteklemek, eleştiriye açık olmak koşuluyla fanatizm olamaz ( hakaret edici eleştiriye tepki vermenin burada ayrı bir konu olduğunu unutmayalım.) “
“Fanatik bir insan, esnekliği olmayan sabit bir zihniyete sahiptir. Tüm ruhuyla doğru olduğunu düşündüğü her şeye sıkı sıkıya bağlıdır, kendisini bu fenomenle özdeşleştirir. Ekibi kötü sonuçlar aldığında, fanatik kişi hayatın hiçbir anlamı olmadığını düşünebilir “
Sporda fanatizm ve holiganlık boyutları daha çok psikopatik ve antisosyal kişilik bozukluğu olan bireylerde görülmektedir. Bu insanlar sosyal yaşamlarında saldırgan, beceriksiz, sosyal kurallara dirençli, her türlü öneri ve eleştiriye kapalı, sorumsuz, empati eksikliği ve saygısızdır.
Futboldaki fanatizm, holiganlık boyutuna varmaktadır. Kimi eğitim seviyesi düşük seyreden ülkelerde de futbol gibi siyasi arenada da ‘fanatizm’, holiganlık boyutuna çıkabilmektedir.
Fanatizmi körükleyenler ise “medya” organları, “siyasetçiler” ve örneğin futbolda da para ile hizmet veren “amigo” vb. sayılabilir. Çünkü, “hamaset ve nefret” körüklenerek “para, güç ve iktidar” sağlamaktadır.
“İstanbul Sözleşmesi’ konusu da buna benzerdir. Kendi mecrasında tartışılmamış, olay fanatizme, hatta “holiganlık” boyutuna vardırılmıştır. “İstanbul Sözleşmesi” konusunda da “aklı ve eleştirel düşünceyi” esas almayan çoğunluk dikkate alındığında tabiri yerinde ise, bu konuda yazı ile “ne isa’ya ne musa’ya yaranabilmek” mümkün olamayabilir.
İstanbul Sözleşmesi Nedir?
Sözleşme, “Kadına Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye Dair Avrupa Konseyi Sözleşmesi”dir. 11 Mayıs 2011 tarihinde İstanbul’da imzaya açılmış, 1 Ağustos 2014 tarihinde yürürlüğe girmiştir. İstanbul’da imzaya açılması sebebiyle bu şekilde isimlendirilmiştir.
Özel olarak kadınlara ve kız çocuklarına, genel olarak aile bireylerine yönelik şiddet ve ev içi şiddeti hedef alan ilk Avrupa Sözleşmesi olma niteliğini taşıyan sözleşme, bugüne kadar Türkiye dâhil 34 ülke tarafından onaylanmıştır. Türkiye, Sözleşme’yi imzaya açıldığı 11 Mayıs 2011 tarihinde imzalamış, 14 Mart 2012 tarihinde ise onaylamıştır. Böylece Türkiye sözleşmeyi onaylayan ilk ülke olmuştur.
Sözleşme, tüm (kadın, erkek ve çocuk) aile bireylerine aile içi şiddet, cinsel taciz, ekonomik ve psikolojik şiddetin engellenmesi ve hayatın diğer alanlarında da kadına yönelik farklı şiddet türlerinin suç olarak kabul edilmesini ve bunlara karşı yasal yaptırımlar getirilmesini gerekli kılmaktadır.
Bu sözleşmeden 19/03/2021 tarihli cumhurbaşkanlığı kararnamesi ile de çıkılmıştır. Kararname şöyledir: “Türkiye Cumhuriyeti adına 11/5/2011 tarihinde imzalanan ve 10/2/2012 tarihli ve 2012/2816 sayılı Bakanlar Kurulu Kararı ile onaylanan ‘Kadınlara Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi’nin Türkiye Cumhuriyeti bakımından feshedilmesine, 9 sayılı Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi’nin 3’üncü maddesi gereğince karar verilmiştir.”
İstanbul Sözleşmesinin amacı ne idi ?
Sözleşme’nin 1. Maddesinde açıkça belirtildiği üzere Sözleşme’nin amacı;
Kadınları her türlü şiddete karşı korumak ve kadına karşı şiddeti ve aile içi şiddeti önlemek, kovuşturmak ve ortadan kaldırmak.
Kadına karşı her türlü ayrımcılığın ortadan kaldırılmasına katkıda bulunmak ve kadınları güçlendirmek de dâhil olmak üzere, kadınlarla erkekler arasında önemli ölçüde eşitliği yaygınlaştırmak.
Kadına karşı şiddet ve aile içi şiddetin tüm mağdurlarının korunması ve bunlara yardım edilmesi için kapsamlı bir çerçeve, politika ve tedbirler tasarlamak.
Kadına karşı şiddeti ve aile içi şiddeti ortadan kaldırma amacıyla uluslararası işbirliğini yaygınlaştırmak
Kadına karşı şiddet ve aile içi şiddetin ortadan kaldırılması için bütüncül bir yaklaşımın benimsenmesi maksadıyla kuruluşların ve kolluk kuvvetleri birimlerinin birbiriyle etkili bir biçimde işbirliği yapmalarına destek ve yardım sağlamaktır.
İstanbul Sözleşmesi‘ne Niçin Karşı Çıkılmıştı?
Sözleşmeye karşı çıkılmasının birden fazla boyutu var. “İstanbul Sözleşmesi”ne karşı çıkanların karşı çıktıkları, eleştirdikleri konuların neredeyse tamamı “İstanbul Sözleşmesi” ile ilgili de değildir. Bunu ortalama bir insanın mutlak surette anlaması ve algılaması gerektiğini düşünüyorum:
“İstanbul Sözleşmesi”ne ilk tepki verenler önceleri kendilerini “nafaka mağduru” olarak tanımlayanlar, “evden uzaklaştırılan” ve “velayette şahsi ilişki” sorunu yaşayanlar olmuştur. Bu grubun tepkisi ve karşı çıkması, “İstanbul Sözleşmesi”nin mağduriyetlerine neden olduğu düşüncesidir. Aslında bu kesimin şikayetine konu düzenleme “İstanbul Sözleşmesi” değil, “6284 Sayılı Ailenin Korunması ve Kadına Yönelik Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun”dur. Yalnız burada “6284” sayılı kanun’u eleştirdiğim düşünülmesin. Sadece burada bir tespit yapmaktayız.
“6284” sayılı yasa gereği kimi yaptırımlara tabi olanlar, olayı dramatize ederek senaryolaştırmışlar, kimi yaşlı kişilerin eşin başvurusu ile evden uzaklaştırıldığı, aracında kaldığı, ya da benzeri dramatik unsurlar kullanılmıştır (yaşlı kişinin eşine uyguladığı şiddet ise konu edilmemiştir). Kişisel fikrim bu yasanın kötü uygulanmasından dolayı erkekler ve kadınlar eşit derece de mağdur olmaktadırlar. Bunun nedenini de bir dostum aynen şöyle aktarmıştı: “adliyelerde artık okur yazar insan arıyoruz, karar vericilerde heyecan yok, empati yok, merak yok” demişti. Yine devamında, “ben, her şeyi bilen kişi aramıyorum, hiç bilmeyebilir, ancak, empati yapmalı, sorunu incelemeli, gece gündüz çalışmalı, öğrenmeli, çünkü adalet dağıtıyor” demişti.
Fakat yerel mahkeme kararlarının çoğunluğu üst mahkemelerden bozulması, durumun ne kadar “vahim” olduğunu net olarak göstermektedir. Konuyu dağıtmayalım. Uygulamadaki yaşanan sıkıntılar. “İstanbul Sözleşmesi”nin şeytanlaştırılmasına neden olmuştur. Ama, burada yukarıda da ifade edildiği gibi, mahkeme kararlarına harici tesirler, dostumun ifadesi ile bilgisizlik, vurdumduymazlık, sorumluluk almama ve empati eksikliği gibi nedenlerle taraflar (kadın veya erkek) neredeyse eşit düzeyde mağdur olmuşlardır. Mesele sadece “aile” ve “aile mahkemesi” değil, her alanda adalet müessesesinden şikayetler yüksek boyutlara ulaşmaktadır (bu konuda bknz).
“İstanbul Sözleşmesi”ne ilk ve temelden tepki gösterenlerin tepkisinin “İstanbul Sözleşmesi” ile hiç ilgisi olmadığı sabittir.
İkinci tepki boyutu “krizi fırsata çeviren” kesimden gelmiş idi. Bu kesimin ise, tepkilerden “kahramanlık” çıkarmak, “hamaset ve nefret” söylemi ile ünlü olmak, ünlerini artırmak, yeni moda deyim ile “sempatizan kasmak”, “takipçi kasmak” derdinde olmaları ve olmayan yangına körükle gitmeleri “sanal gerçeklik” oluşturmuş idi. Bu kesim “manipülasyon” yapıyor, “İstanbul Sözleşmesi”ndeki açık ve net kavramlara farklı anlam yüklüyor, yani alttakilerin (asli olarak haklı veya haksız mağduriyet yaşayanların) farklı nedenden doğan feryatlarını manipülasyonla istismar ediyorlar idi. Bu kesimin eleştirileri şöyle idi:
Eleştirileri yazıp cevaplamadan önce, sözleşme kavramını ele alalım. Sözleşme; “iki ya da daha fazla taraf arasında bir işi yapmak veya geri durmak üzere yapılmış, taraflar için yasal yükümlülük içeren bir anlaşmadır”.
Sözleşme yapanlar bilirler, sözleşmenin tarafları, konusu, sözleşmedeki tanımlar özellikle yazılır. Çünkü bazı kavramlara yüklenilen anlamlar farklı olabilmektedir. Örneğin, “yüz” kelimesi, yüzmek fiilinin emir kipidir. Ya da “deriyi yüz”, “denizde yüz”, “rakam”, “çehre” gibi bir çok anlamı vardır. Kullanıldığı cümleye göre anlam ifade eder. Sözleşmelerde ise kavramlar ayrıntılı tanımlanır. Örneğin, bir inşaat sözleşmesinde, “bina inşaatı” kelimelerini ele alalım. Bu bina inşaatı ise sözleşmede, “il, ilçe, mahalle ve ada parseldeki inşaat” olarak ayrıntılı tanımlanır. Yüzlerce sözleşme hazırlamış birisi olarak ifade edeyim. Sözleşmelerde boşluk olmaması için tanımlar özenle yazılır. “İstanbul Sözleşmesi”nde açıklanan ve herkesin anlaması kabil olan kavramlara ise eleştirenlerin çok farklı anlamlar yükleyerek eleştiri yaptığını ve fanatik müritler kazanıldığı görülmüştür.
Sözleşmedeki üç kavram eleştirilmiştir: “Toplumsal cinsiyet”, “Toplumsal Cinsiyet Eşitsizliği” ve tek bir yerde geçen “Cinsel Yönelim”.
İstanbul Sözleşmesi‘nde LGBT yönelimlerine kapı açan maddeler kesinlikle yoktur.
Sözleşmede üçüncü bir tür oluşturmaya veya LGBT eğilimlerini yasal normlar olarak tesis etmeye veya teşvik etmeye yönelik herhangi bir hüküm kesinlikle yoktur. Aynı cinsten çiftlerin yasal olarak tanınması dahil olmak üzere cinsel yönelim konusunda yeni standartlar kesinlikle belirlememektedir. En hafif tabirle, bu sözleşmenin eşcinsel yönelimlerin meşrulaştırılmasına neden olduğunu iddia etmek iftiradır. Sözleşmede üçüncü tür, LBGT gibi kelime ve kavramlar açık veya zımni kesinlikle yer almamaktadır. Bunu çağrıştıran kelimeler ve kavramlar dahi yoktur.
“Cinsel yönelim” kavramı sadece Sözleşme’nin 4. maddesinde belirtilmiştir. Sözleşmede şiddete karşı mücadelede hiç kimseye ayrımcılık yapılmaması hedeflenmiştir. Din, dil, ırk vb. birçok niteliğin yanı sıra cinsiyete ve cinsel yönelime dayalı şiddetin kabul edilmemesi gerektiği sözleşmede vurgulanmıştır. Sözleşme herhangi bir dayatma içermemektedir. Herhangi bir kişiyi şiddetten korunma şemsiyesi dışında tutmak düşünülemez. “Cinsel Yönelim” kavramı kimseye şiddet uygulanamayacağı hükmü dışında hiç bir yasal hak, statü vb. yeni durum ortaya koymamaktadır. TC. Anayasasında mevcut ilkelere parallel ilkeler vardır.
Ailenin yatak odasına müdahale edip “kocaların tecavüzcüler” ilan edildiği hakkındaki düşünceler doğru değildir.
Evlendiklerinde, eşler birbirlerinin himayesinde sevgi ve güven içinde yaşayacaklarını düşünürler ki bu da tam olarak böyle olmalıdır. “Koca tecavüz”ü denen durum normal ve sağlıklı ilişkiler değil, insan onuruna ve İslami değer yargılarına karşı, aykırı isteklerdir, zorbalıklardır. Bu tür zorbalığa maruz kalan bir kişiye, yaşadığı şiddeti atlatması için fırsat sağlamak, ailelerin yatak odalarına müdahale etmek değil, İslami öğretilere eşdeğer mazlumlara yardım etmek olarak tanımlanmalıdır.
Sözleşmede yer alan “toplumsal cinsiyet eşitliği” kavramı adı altında, toplumsal cinsiyet rollerine karşı savaşan, kadınları erkekleştiren ve erkekleri kadınlaştıran politikalar kesinlikle söz konusu değildir.
“Cinsiyet” eşcinsellik veya cinsiyetsizleştirme değildir. “Toplumsal cinsiyet” biyolojik cinsiyetin reddedilmesi veya ihmal edilmesi anlamına da gelmez. Cinsiyet kavramı; Kültürlerin ve toplumların kadınlara ve erkeklere yüklediği rol ve görevleri ifade etmek için kullanılır. Cinsiyet eşitliği, kadınlara ve erkeklere eşit fırsat vermek demektir. Başka bir deyişle, bu cümle üçüncü bir cinsiyet anlamına gelmez. Bilindiği gibi toplumda kadınlara ve erkeklere verilen rol ve görevlerin dağılımı her zaman adil ve onurlu bir şekilde gerçekleşmeyebilir. Bu roller bir kadın veya erkek için mağduriyet yarattığı anda cinsiyet eşitliği kavramı devreye girerek adaleti sağlamaya çalışır. Burada amaçlanan tam bir eşitlik değil, adaletsizlikleri ortadan kaldıracak eşit fırsattır. Sonuçta her ülke bu amaçla kendi politikalarını belirler.
Bu sözleşme sadece bir hukuk normu değil, bir kültürel iklim de hedeflemekte idi. Bu da “toplumsal cinsiyet eşitsizliği”ni ortadan kaldırmak. Bu eşitsizlikle ilgili somut durumlara gelince;
“Müslüm” isimli bir fil izlemiştim: Filmde Müslüm Gürses’in babası eşini evde bıçaklayarak, kundaktaki kızı Ezo’yu da kundağıyla birlikte duvara vurarak öldürüyor. Öncesinde Müslüm’ü dövüyor, para istiyor. Annesi dövmeyi engellemek için olanca parasını veriyor. Ölüm hadisesinden önce ise elinde bıçağı sürekli eşinin üzerinde gezdiriyor, çocuklar ve hatta izleyiciler de geriliyor. Bu tavırlar doğal bir yaşam tarzı gibi izleniliyor (buradaki durum ‘toplumsal cinsiyet eşitsizliği’nin tam yansıtılmasıdır). Film her ne kadar kurgu olsa da gerçek hayatta ise Müslüm’ün babasının eşini öldürdüğü, öldürmenin de sokakta olduğu, kızını ise öldürmediği basında yer alıyor.
Emine Bulut olayını hatırlarız: 18 Ağustos 2019 tarihinde, Fedai Baran isimli şahıs 4 yıl önce boşandığı eski eşi Emine Bulut ve kızı ile bir kafede buluşuyor daha sonra Emine Bulut ile tartışmaya başlıyorlar. Bulut’un eski eşi Fedai Baran, yanında getirdiği bıçakla Bulut’a saldırarak, Bulut’u vücudunun çeşitli yerlerinden ağır yaralıyor ve olay yerinden kaçıyor. Kızının “Anne Ne Olur Ölme” feryatlarıyla “Ölmek İstemiyorum” diye yardım isteyen Bulut, gelen sağlık görevlilerince hastaneye kaldırılıyor ancak kurtarılamıyor. Burada da tam bir “toplumsal cinsiyet eşitsizliği” örneği vardı. Kültürel iklim, boşanmış dahi olsa erkeğin kadın üzerinde mülkiyete benzer bir hakkı olabileceği düşüncesini ortaya koymakta idi.
2013 yılında Samsun’da tartıştığı 18 yaşındaki üniversite öğrencisi sevgilisi Mecit Özbaran tarafından bıçaklanan ve boğazı kesilen 19 yaşındaki Serpil Öztürk, sanıktan şikayetçi olmuştu. Özbaran genç kızı nasıl bıçakladığını hatırlamadığını söylerken; Öztürk ise, “Ya benimsin ya toprağın” diyerek bıçağı sapladı. Senin hatırlamadığın o anları ben ömrüm boyunca unutmayacağım” dediğini ifade etmişti. “Ya benimsin ya toprağın” kelimeleri ile ifade edilen de tam bir “eşitsizlik” örneği ve oluşmuş bir kültür idi.
Bu durumun kültürel bir anlam taşıdığını da, Ferdi Tayfur’un seslendirdiği bir şarkıda görmekteyiz. Sözleri ise şöyle;
-Seni benden alamazlar
-Ya benimsin ya toprağın
-Aşkımızı yıkamazlar
-Ya benimsin ya toprağın..
“Ya benimsin ya toprağın” cümlesi tam bir “toplumsal cinsiyet eşitsizliği”nin yansımasıdır. Bunu sadece erkekler söylüyorsa bir insanın bunu kabul etmesi düşünülemez. “Toplumsal Cinsiyet Eşitsizliği” olarak işte bu geleneğin ortadan kalkması hedeflenmekte idi.
“İstanbul Sözleşmesi“ne “Vurun kahpeye”, “Ya sev, ya terket”, “Söz konusu olan vatansa, gerisi teferruattır” anlamında karşıtlığın ortaya konulduğu görülmüş idi. Taha Akyol’un Hürriyet’te 22 Eylül 2017 tarihinde yazdığı “Başta Mustafa Kemal, Milli Mücadele liderleri “Söz konusu olan vatansa”, hiçbir ayrıntıyı “teferruat” saymadılar, kılı kırk yardılar. Zaten Atatürk’ün böyle bir sözü yoktur; onun ayrıntılara dikkat özelliğine de terstir.” şeklindeki cümlesini de oldukça değerlidir. “İstanbul Sözleşmesi” karşıtları cansiperane, manipülasyon, çarpıtma, hatalı ilişkilendirme, uydurma ve bağlamdan koparma yollarının hepsini denediler.
Örneğin “kadının beyanı esastır” cümlesi dahi saptırıldı. Bu konunun bir ölüm tehlikesi, ya da şiddet ve tecavüz tehdidi olduğunda “geçici bir önlem” olduğu saptırılarak “sözleşme” gereği kesin hüküm imiş gibi algı oluşturuldu. Aslında hukukta bu veya benzer, “ihtiyati tedbir” örnekleri olduğu, nihai kararda tam tersine karar verilebildiği gibi haksız tedbir isteyenin de yaptırıma maruz kaldığı gizlendi. Diğer hedefler yanında kadın cinayetlerinin önlenmesini hedefleyen sözleşme ilgisiz şekilde “aile” ve “dini” yok edeceği ifade edildi. Aslında tam tersi idi. Din de “öldürmeyi şiddetle yasaklamakta idi”.
“Kim bir kimseyi öldürürse bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de bir can kurtarırsa bütün insanların hayatını kurtarmış gibi olur.” Bu cümle İslam dininin ana kitabı Kur’an-ı Kerim’in Mâide Suresi, 32. Ayetinin bir bölümüdür.
Gerek İslâm’da gerekse İslâm’dan önceki ilâhî dinlerde insan hayatının kutsal olduğu bildirmiştir. Bir canı korumayı bütün insanlığı korumak kadar üstün bir fazilet saymış; bir cana kıymayı da bütün insanları öldürmek kadar büyük bir cinayet olarak değerlendirmiştir. Çünkü bir insan, türünü temsil eder ve insanlar birbirine eşittir.
Yukarıya alınan ayet sadece müslümanlar için değil, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasî düşünce, felsefî inanç, din, mezhep ve benzeri niteliklerle insanı sınırlamıyor. Genel olarak “insan” deniliyor. Bu noktadan bakınca İslam inancında öncelik öldürmek, yok etmek, nefret etmek olmadığını görüyoruz. İnsan öldürmeyle övünmek ve her hangi bir vakıada öldürülen insan sayısı vermek yerine kurtarılan insan sayısını vermenin önemi yadsınamaz. Öldürmeye İslam dini de, pozitif hukuk da meşru müdafaa (uğranılan bir saldırı karşısında kişinin kendisini veya bir başkasını koruması. Saldırıyı durdurmak veya saldırının etkilerini azaltmak amacıyla orantılı güç ile gerçekleştirilen karşı saldırı) vb. durumlara cevaz vermekte ve ceza sorumluluğu bu durumda ortadan da kalkmaktadır. Bu bakış açısıyla değerlendirildiğinde günümüzde “İslam” toplumlarının iyi örneklik veremediğini söylemek yanlış da olmaz.
Nasrettin Hocanın kıyamet sorusuna verdiği; “ Benim bildiğim iki kıyamet var; hatun ölünce küçüğü, ben ölünce büyüğü kopacak ” cümleler, ölünce, ölen kişi ile ilgili dünya da bitiyor. Empati yapıldığında da kişinin ölmesi durumunda onun açısından da her şey, dünya bitiyor, insanlığın tümünün bir anlamda ölmesi de gerçekleşiyor.
Bu bakımdan sözleşme “kadın, erkek veya çocuk” öldürülmesin, şiddete maruz kalmasın amacını gütmekte, buna zemin hazırlayan “toplumsal cinsiyet eşitsizliği”ni ortadan kaldırmayı amaçlıyor idi. Bir kısım kültürel boyut kazanmış, “toplumsal cinsiyet eşitsizliği” örneklerini kültür haline gelmiştir :
“Beş kız bir oğlanın yerini tutar mı? / Oğlansız evde duman tüter mi?”
“Bir (ev) gemi donanır, bir kız (çıplak) donanmaz.”
“Bir evde iki kız, biri çuvaldız biri biz.”
“Kız doğuran tez kocar.”
“Kız yükü, tuz yükü.” “Kızın var mı, derdin var.” / “Kızın var mı, sızın var.”
“Kızını dövmeyen, dizini döver.”
“Oğlan doğuran övünsün, kız doğuran dövünsün.”
“Oğlan olsun deli olsun, ekmek olsun kuru olsun.”
“Oğlandır oktur, her evde yoktur.”
“Oğlanı her karı doğurmaz, er karı doğurur.”
“Kız çocuğu ya er koynunda, ya yer koynunda.”
“Kız evde olsa da elden sayılır.”
“Kız girdi on üçüne, ya erdedir ya yerde.”
“On beşinde kız, ya erde gerek ya yerde.”
“Alma soysuzun kızını, sürer anasının izini.
“Ana kızına taht kurar, kız bahtı kocadan arar.”
“Ana kızına taht kurmuş, baht kuramamış.”
“Ananın bahtı kızına.”
“Anasına bak, kızını al; kenarına (kıyısına, tarağına), bak bezini al.”
“Anasının kızı.”
“Al atın iyisini yiyeceği bir yem, al avradın iyisini giyeceği bir don.”
“Kızı (kendi) gönlüne bırakırsan ya davulcuya kaçar (varır) ya zurnacıya.”
“Komşu kızı almak, kalaylı kaptan (tastan) su içmektir.”
“Ağaç yeşert meyve getirsin, oğlan büyüt ekmek getirsin.”
“Ata dostu oğula mirastır.”
“Babasının oğlu.”
Sonuç olarak, “İstanbul Sözleşmesi” öncesinde ve yürürlükte iken de çok fazla değişen bir şey olmadı.Bunun nedeni bir anlayış değişiminin belki de bir nesil sürecek olmasıdır. Bundan sonra ise durum daha iyi olmayacak, cinayetler azalmayacaktır. “Toplumsal Cinsiyet Eşitsizliği” kırsal kesimde, kadının çaresiz olduğu bölgelerde yaşanacaktır, ülkede bir çok ilde yaşanan kadın intiharlarının derinliğinde de bu sosyal olgu yatmaktadır. Şehir hayatında ise kadınların geniş anlamda kötü muameleye direnmeleri durumunda da “ya benimsin, ya toprağın” cümlesi hayat bulacak, erkek aldatınca çapkın, kadın aldatınca or…pu olmaya devam edecek, erkeğin masası dağınıksa “meşgul adam” “hep çalışıyor” denecek, ama kadının masası dağınıksa “pasaklı” denecektir. “İstanbul Sözleşmesi” “toplumsal cinsiyet eşitsizliği”ni ortadan kaldırmaya, şiddet, tecavüz ve “kadın cinayetleri”ne karşı çok önemli bir çalışma idi. Bunu çözümü geleneklerde olamazdı, çünkü gelenekler “toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin” kaynağı idi….